MENÜ

Sanat Eğitimine Objektif Bakmak

* Bosphorus Sanat Gazetesi, Aralık 2010

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Rektör Yardımcılığı, aynı üniversitede Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanlığı ve Fotograf Bölüm Başkanlığı görevlerinde bulunan Ahmet Öner Gezgin, Türk fotografına deneysel fotografi yaklaşımını getiren, alanının önde gelen sanatçılarındandır. Fotografik anlatımda özgürlüğü ve sınırları zorlamayı ilke edinmiş olan sanatçı, şu anda Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı olarak görev yapmaktadır. Kendisiyle Türkiye’de sanat eğitimi hakkında ne gibi yenilikler yapıldığını değerlendirirken asıl ilgi alanı olan fotografi üzerine de sohbet ettik. Keyifle okuyacağınızı umuyorum.


E.SEKMEN: Eskiden sanat eğitimi dendiği zaman sadece Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi (Güzel Sanatlar Akademisi) anlaşılırdı. Durum bugün değişti. Özel okulların açılmasıyla sanat eğitiminde çok sesliliğin oluşmasının yolları açıldı. Akademiyi limonluğa benzeten Adnan Çoker, akademide sanatçıların koruma altına alındığını söylemiş. Bu konuda ne düşünüyorsunuz ?

A.Ö.GEZGİN: Adnan Çoker Hoca’nın öyle bir cümle kullanması kendi düşüncesidir; saygı duyarım. Ancak, burada söylenmek istenen aslında, Akademi’de sanatçılardan çok, genel anlamda belli bir eğilimin koruma altına alındığıdır. Dekanlık dönemim içinde pek çok şey yaşamış birisi olarak, Limonluk benzetmesinden, ben bunu anlıyorum. Akademi, ülkemizin ilk ve köklü sanat okuludur; bir çok okulun kuruluşuna, sanatçıların yetişmesine kaynaklık etmiştir. Madalyona bu yüzünden bakıldığında Akademi doğru şeyler yapmıştır. Diğer yüzde çatışmalar vardır; eğilim farklılıklarından kaynaklanan sen-ben çatışmaları, küçümsemeler, dışlanmalar, karalamalar.. Bir kurumda anlayış farklılıklarından kaynaklanan tartışmalar varsa, bu iyidir; pozitif enerjiyi de beraberinde getirir. Ancak geçmişten gelen yerleşik düşünce Akademi’de buna izin vermedi. Sanatın öğrencisi bir genç düşünün ki, yurt dışına gidiyor, görüyor ve dönüşünde kurumuna isyan edebiliyorsa, bilinmeli ki, değişmek istiyordur. Ama nafile uğraş.. YÖK (Yükseköğretim Kurumu) ile birlikte üniversitelerde Güzel Sanatlar Fakültelerinin kurulmasının yolunun açılması, sanat eğitimi yönünde birçok kurumun varlığını da beraberinde getirmiştir. Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi olarak sanat eğitimine bakışımızda, yapılabileceklerin en iyisini yaptığımızı düşünüyorum.

E.SEKMEN: Nasıl?

A.Ö.GEZGİN: Herşeyden önce şunu belirtmeliyim ki, Güzel Sanatlar Fakültemiz 125 yıllık köklü eğitim geleneği ve kurumsal süreklilik bilincine sahip Feyziye Mektepleri Vakfı eğitim zincirine üç yıl gibi kısa bir süre önce Işık Üniversitesi çatısı altında eklenmiş son halkadır. Eğitimin, özellikle sanat eğitiminin alınır-satılır bir meta haline dönüştüğü, mevcut pastadan pay alabilmek için promosyonların dağıtıldığı günümüzde, önce iyi insan yetiştirmeyi en önemli hedef olarak belirlemiş olan Fakültemizin öğrenci merkezli sanat eğitimi ve üretimi sürecinin niteliğini ve benzer programları yürüten eşdeğer kurumlar arasında farklılığını ortaya koyması kaçınılmazdır. Sonlu olan insan ile sonsuz olan evren arasında yitik birliğin kurulmasında önemli bir araç olan sanat, içsel değerlerimize kadar uzanan bir öze ve niteliğe sahip bulunduğuna göre, onun bu özelliklerini içine alan sınırlarının tesbiti ve öğretilmesi, içinde bulunulan zaman boyutunun gereksinimlerini karşılayacak ideal eğitim programlarının, bu programları yürütecek deneyimli kadronun oluşturulmasıyla doğrudan ilgilidir. Özünde sanat eğitiminden anlaşılması gereken, düşünme yeteneğine ve eleştirel bilince sahip, her problemi usunun ışığında irdeleyen ve çözüm üreten, araştıran, soru soran ve sorulara yanıt arayan, aktif öğrenmenin okul ile sınırlı olmadığının ayırdında olan, ülkenin kültür, sanat ortamının gelişmesine katkı sağlayacak aydın bireylerin yetişmesi olmalıdır. Bu düşünceden hareketle, sanat eğitimi tecrübesini ulusal ve uluslararası platformda kanıtlamış, ülkemizin seçkin eğitim kadrosuyla yola çıkan, çağdaş sanat eğitiminin ideal koşullarını oluşturmayı görev edinmiş bizler; öğrencilerimizin, sanatın değişmezlik niteliği kazanmış ana ilkelerini öğrenmelerinin, gerekli deneyi eğitim sürecinde ve yaşam boyu sürekli egzersizlerle elde etmelerinin, disiplinlerarası duvarların yıkıldığı tam bir özgürlük içinde sanat çalışmalarını sürdürmelerinin gereğine inanıyoruz. Çağdaş eğitim anlayışımızı, sürekli değişim gösteren ulusal ve uluslararası dinamikleri dikkate alarak sürdürmeye kararlıyız.

E.SEKMEN: Öğrencilik eskiden çok daha farklı bir bilince sahipti.  Şimdi mezun olduktan sonra güncel sanat ortamına katılıyorlar. Yeteri donanımda oluyorlar mı? Ortada sadece bir yetenek mi var? Yoksa onu besleyen bir kaynak da var mı?

A.Ö.GEZGİN: Özellikle plastik sanatlar alanında özgün kimlik oluşturmak için eğitilen sanatın öğrencileri bugün, düne göre çok daha şanslılar. Öncelikli olarak biz eğitmenler, kendi öngördüğümüz bir eğilim ile gençlerin sanat eğitimini ve onların geleceğini ipotek altına alamayız. Sanatın eğitimcileri olarak bizlerin görevi, öğrencilerin kendi eğilimlerini belirlemede gerekli bilgi birikimini sağlatmak, önlerini açmak, yaratıcılık, buluş ve yapıcılık gibi gizil güçlerin dışavurumunu kazanmalarında yardımcı olmaktır. Sanat eğitiminin Üniversite çatısı altına alınmasıyla geçmişe dönük yerleşik eğitmen profili artık değişmiştir; atölye eğitiminde kişisel eğilimini tek doğru sayan ve öğrenciyi de o yöne zorlayan eğitimci profilinin dönemi kapanmıştır. Bu bağlamda şuna inanıyorum ki, sanat eğitiminde gerek eğitmen profili ve gerekse eğitimin programlanması, çağın gereği olarak geleneksel akademi modelinde olduğu gibi devam ettirilemez. Sanat eğitiminin programlanmasında sadece uygulamaya dönük bir eğitim sistematiği dayatılmamalıdır; üretilen iş kadar, kurama dayalı bilgi birikiminin de önem taşıdığı unutulmamalıdır. Çünkü bugün çağdaş sanatta, sanatı ve kuramı aynı paralel düzleme oturtma çabaları dikkat çekmektedir. Sanatın yerini kuramın aldığı, yapıtı oluşturan unsurların estetik değil kurama dayalı olması gerektiği günümüz sanat felsefecilerinin ortak görüşüdür. Disiplinlerarası duvarların yıkıldığı, tam bir özgürlük ortamı içinde sanat çalışmalarının sürdürüldüğü günümüzde, sanatın öğrencileri düne göre çok daha cesaretliler.

E.SEKMEN: Bir de sizin fotoğrafçı yönünüz var. Yaptığınız işleri fotografi açısından nereye konumluyorsunuz?

A.Ö.GEZGİN: Akademi’de öğrencilik yıllarımda başlayıp, yurt dışında devam eden fotografi serüvenim içinde beni en çok etkileyen Dadaist Man Ray’in manifestosu olmuştur. Man Ray, yaptığı çalışmalar ve savunduğu düşünceler doğrultusunda, yasak olan her şeyin yapıldığı özgür bir ortamın oluşmasını istiyordu; bu bağlamda teknolojik bir sürecin ürünü olduğu için değersiz bulunan, geleneksel dışavurum araçlarının saflığına büyük değer veren modernist düşünceye ters düşen fotografi adına yeni bir açılım getirmiş oluyordu. İşte bu, Victor Burgin’in “Fotoğraf Pratiği ve Sanat Kuramı” başlıklı makalesinde işaret ettiği anlam kurmak; yani teknolojik süreci araç olarak kullanarak öteki gerçekliğe ulaşmaya dönük bir açılımdır. Geçmişten günümüze uzanan süreçte gerek düşünsel boyutta gerek uygulamalı alanda ürettiklerimin temelini Man Ray’in manifestosuna dayandırdım. 80’li yıllarda fotografinin deneye açık yüzünü, Akademi’de “Gerçek ve Fantezi (1980)” başlıklı sergim ile tartışmaya açtığımda, kıyametler koptu; kurulu ve pek de güzel işleyen düzenin bir taşını yerinden oynatmıştım. Böylece geri dönüşü olmayan, deneysel fotografinin tartışmaya açıldığı bir süreç de başlamış oldu. Kötü mü oldu? Hayır! 90’lı yıllara kadar sorunların her platformda tartışıldığı canlı bir ortamın oluşmasına neden oldum.

E. SEKMEN: İlk başta belgesel yönü olan bir araç.

A.Ö.GEZGİN: Teknolojik bir araç olarak fotografinin belgesel yönü tartışma götürmez. Çünkü, 19. yüzyılda yepyeni bir anlatım aracı olarak ve hatta önceleri sanat olmak gibi bir büyük iddiadan bütünüyle uzak, bir görüntü kayıt aracı olarak dünyaya sunulan fotografiyi ilk kullananların tek amacı, sanata dönük anlatımdan önce, işledikleri konuların nesnel ve doğru olarak kaydıydı. Zaten hazır bir imge olarak ortaya çıkmış olan fotografi, diğer plastik sanatların aksine, tarih boyunca toplumsal değer yargıları doğrultusunda inceden inceye işlenmiş biçim ve anlam gelişiminin alt yapısına sahip olmadığından, sanat olma iddiasında da bulunamazdı. Ancak şu da bir gerçek ki, 20. yüzyılın hemen başında ortaya çıkan yeni sanat hareketleri içinde fotografi, bir taraftan kendi görsel dilini oluşturma çabası içine girmiş, bir taraftan da resim ve heykel sanatının -genellikle resim sanatının- biçimsel dilinin önemli değişiklikler geçirmesine neden olan bir sürecin de başlamasına temel oluşturmuştur. Bir ülkenin sosyo-ekonomik, politik ve kültürel gelişimi, yeni teknolojilerin hangi yönde kullanılacağına yön verir. Ülkemizde belgesel fotografi geleneği, fotografinin varoluş nedenine bağlı olarak, 60’lı kuşağın yoğun olarak yaşadığı yerel ve dışa kapalı kültürün bir uzantısıdır. Fotografinin toplumsal ve sanata dönük gelişim sürecinde, batıda eğitimin kurumsallaşması 2. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasına rastlamasına karşın, bizde 139 yıllık bir gecikme yaşanmıştır. Eğitimi olmayan bir sanat dalı gelişemeyeceğine göre, bugün ülkemizde belgesel ağırlıklı eğitim programlarının varlığını da normal karşılamak gerekir. Fotografi, icadından bugüne belirlenmiş sınırlarına sıkı sıkıya bağlı teknolojik bir yoldur. Fotografinin geçmişe dönük geleneksel yapısı günümüzde farklılaşma gösterse de, bu farklılık sadece bir yöntem sorunu olarak algılanmalıdır. Görüntü üretimi ve tüketimi aşamalarında, dijital teknolojilerin sunduğu imaj oluşturma ve fotografik görüntü işleme programlarını kullanmak durumunda olan insan, tıpkı geleneksel yapının karanlık odalarında üstlendiği yaratıcı kişiliğini aydınlık odada sürdürecektir.

E. SEKMEN: Akla eski-yeni tartışması geliyor.

A.Ö.GEZGİN: Eski-yeni tartışması belgesel fotografinin bir açmazıdır. Bu durum, belgesel fotografinin saniyenin yüzyirmibeştebiri kadar kısa bir süre içinde yaratılmış an sınırlaması dışında diğer açılımlara, özellikle de fotografinin deneye açık yüzüne çok fazla prim vermediğinden kaynaklanmaktadır. Bugün bu aşılmıştır artık. Çünkü ben, özne olarak bir araç kullanıyorsam, bu aracı disiplinlerarası bir boyuta taşıyabilmeli, kendi gerçekliğimi yaratma yoluna gidebilmeli, bunda da özgür olmalıyım. Yasak olan herşeyin yapıldığ özgür bir ortamın oluşması çabası içine giren Man Ray, döneminde çok eleştirilmişti ama vazgeçmedi. Ben de vazgeçmedim. Kendi özgür ortamımı oluşturmaya, bu ortamda tıpkı tiyatroda olduğu gibi kendi gerçekliğimi yaratmaya çalıştım. Bugün gelinen noktada, deneysel bağlamda fotografi temelli çalışma üreten sanatçıların kullandıkları fotografik göstergelerin eleştirel olarak algılanışı çağdaş sanata o denli egemendir ki, fotografi artık diğer sanat dalları gibi sadece bir araçtır.

Aralık 2010

Tüm yazılar