* Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin 4 – 6 Mayıs 1994 tarihinde Ankara’da düzenlediği “Kültürel Gelişmede Sanatın Öncülüğü” konusuna sunulan sempozyum bildirisi. Bildiriler kitabı sf. 99 – 104
Bu bildiride, kültür kavramı ve kuramı üzerine kısa bir açıklama getirdikten sonra, sanat / sanatçı ve kültür ilişkisini -amacı bakımından- karşılaştırıp, bir yandan teknolojik bir yandan da estetik yönü ile karmaşık bir yapı görünümündeki fotografi olgusunun çağdaş toplumu etkilemesini yoklamak istiyorum. Bu yolu izlerken, konuyu artistik ve sosyal / kültürel antropolojinin boyutları içinde ortaya koymayı deneyeceğim.
Kültür, sosyal / kültürel antropolojinin tek ve vazgeçilmez konusudur. Ancak gösterdiği çok yönlülük nedeniyle kültür kavramını tanımlamak, anlatmak oldukça güçtür. Tanımdaki güçlüğün kökeni, kültür kavramının çok anlamlı oluşunda aranabilir. Kültür genel olarak şu temel kavramların karşılığı olarak kullanılmaktadır:
- Kültür, bir toplumun ya da bütün toplumların birikimli uygarlığıdır.
- Kültür, belli bir toplumun kendisidir.
- Kültür, bir dizi sosyal süreçlerin bileşkesidir.
- Kültür, bir insan ve toplum teorisidir.
- Kültür, iletişimdir. İletişimin, toplumları bütünleştirme özelliği vardır.
Tarihsel süreç incelendiğinde, kültür kavramının bilimsel yazılarda uygarlık anlamında kullanıldığı, uygarlığın -genel veya özel anlamda olsun- eğitim, güzel sanatlar ve teknoloji gibi kültürel değişkenleri içerdiği görülür. Bu bağlamda kültür sözcüğü, dört ayrı alanda ve anlamda kullanılmaktadır:
- Bilimsel alanda kullanılan kültür, uygarlık anlamında olup, farklı toplumların kültürel yapısını yansıtır. Bu anlamda kullanılan kültür, tarihsel, bütünsel ve evrimseldir.
- Gündelik yaşamda kullanılan kültür, eğitim anlamında olup, tüm genel mesleki ve teknik eğitimi kapsar. Bu anlamda kullanılan kültür, değerlendirici, eleştirici, geliştirici, öğretici ve yayıcıdır.
- Artistik alanda kullanılan kültür, sanat ve yaratıcılık anlamında olup, başlangıcından günümüze tüm sanatları ve oluşturdukları akımları kapsar. Bu anlamda kullanılan kültür, eleştirici, yaratıcı, eğitici, değerlendiricidir; ve güzele ulaşmayı amaçlar.
- Teknolojik alanda kullanılan kültür, üretim anlamında olup, tarım ve endüstride gelişmişliğin simgesidir. Bu anlamda kullanılan kültür, üretici, deneyci, çoğaltıcı ve besleyicidir.
Buradan hareketle, kültür sözcüğünün ne kadar geniş kapsamlı, çok anlamlı ve yüklü bir kavram olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü, toplumun veya bir üyesinin doğayla ilişkisinde gösterdiği başarının birikimli bileşkesine kadar birçok olguya kültür denilebilir. Ancak, kültürden söz edildiğinde çoğunlukla, hangi türünün düşünüldüğü belirtilmez. Bu güçlük, kültür kavramının soyut bir sözcük olmasından kaynaklanmaktadır.
Buraya kadar, kültür sözcüğünün farklı alan ve anlamlarda kullanıldığını, kapsamının oldukça geniş olduğunu kısaca vurgulamaya çalıştım. Şimdi, kavramın, konunun sonraki bölümlerine ışık tutacağına inandığım bazı özellikleri üzerinde durmak istiyorum.
Kültür, doğuştan gelen, içgüdüsel ve genetik olarak önceden belirlenmiş bir olgu değildir. Aksine, her bireyin doğum ile ölüm arasındaki süreçte kazandığı davranış ve tepki eğilimleridir. Buna göre kültür, öğrenilen, eğitimle kazanılan bir olgudur. Kültür, bir kuşaktan diğerine geçer; yani süreklilik gösterir. Her kültürel sistem, üyelerini besler ve yönlendirir.
Toplumun olmadığı yerde kültür olamaz. Kültürel sistemin öğrettikleri yalnız zaman boyutunda sürekli değil, aynı zamanda toplumsaldır. Bir kültür, onu uygulayan bir toplum olmaksızın düşünülemez.
Kültürler, her zaman değişim içindedirler. Değişme uyum yoluyla gerçekleşir. Kültürel değişme, sistemin bütünlüğünde hemen gerçekleşmez. Sistemin belli bir kesimindeki değişimler, geri kalan kurumları yeni duruma uymaya zorlar. Bazı durumlarda değişim frenlenip yavaşlatılır, bazı durumlarda ise, desteklenip hızlandırılmaya çalışılır. Hemen her kültürel değişimde, kurumlar arası bir farklılaşma ortaya çıkacaktır. İşte, kültürel geri kalma adının verildiği olgu budur. Kültürel sistemler arasındaki farklılaşmalar, yabancı toplumlardan hazır çözümler alınmasını gerekli kılabileceği gibi, onların yayılma yoluyla kendiliklerinden gelmeleri sonucunu da doğurur. Kendiliğinden gelme olayı aslında, kültürel sistemin çevresindeki uzak-yakın öteki toplumlarla alışveriş içinde bulunulan açık bir sistem olmasından kaynaklanır. Bu nedenden dolayı, kültür kavramının bilinen coğrafi haritalara hiç benzemeyen bir özelliği vardır. Bu özellik sınırlarındaki belirsizliği getirir. Kültür kavramının sınırları ulusun coğrafi sınırlarıyla hiçbir zaman çakışır değildir.
Birey belli bir ülkede, belli bir dilin içinde doğmasının yanında, kendi kültürüyle olduğu kadar başka kültürlerin, başka dillerin etkisiyle de yoğrulabilir. Yaşantısında bir yandan kişisel dünyasını, öte yandan içinde yaşadığı ya da düşlediği coğrafyanın izlerini bulmamızın nedeni budur. Söz konusu coğrafyayı ulusal sınırlarla sınırlandırmak, çağımızın en önemli özelliklerinden birini, ortak beraberliği anlamamaktır.
Mağara resminden uydular arası bildirişime, mistik toplum yapısından modern tekno – kültüre geçişi yaşayan bugünün insanının karşısında sürekli bir iletişim bombardımanı, hızla değişen ve hatta toplumsal değişmenin önüne geçen güçlü bir teknoloji ve onun çerçevelediği bir evren var. Öyle bir iletişim ağı içinde yaşıyoruz ki, toplumsal, siyasal, kültürel davranışlarımız temelinden etkileniyor, dünya gittikçe küçülüyor. Ülkeler ve kültürler arasındaki uzaklıklar gittikçe azalıyor. Belki de bir gün tümden ortadan kalkacağı bir çağın eşiğindeyiz. Yalnızca kendi ülkemizin coğrafyasıyla sınırlı değiliz artık. Kapalı devre bir kültür etkinliğiyle, salt kendi değer ölçütlerimizle yetinemeyiz. Değişen dünya koşullarından, birbirlerine benzemeyen kültürlerin ortak konumlarıyla ilişki kurmak zorundayız.
O halde değişim hızla sürerken, sanatın ve sanatçının bu değişim sürecinde konumu ve işlevi nedir?
Sanat başlangıçta estetik kaygılardan tümüyle soyutlanmış olarak, insan topluluğunun yaşam savaşımında kullandığı majik gereç olarak çıkıyor karşımıza. İlkel toplumlarda sanat, toplumsal bir üretim, herkesin katıldığı toplumsal bir eylemdir. Ancak sınıflaşma olgusu ile birlikte sanatın da sınıfsal bir özellik gösterdiğine tanık oluyoruz. Gerçek şu ki, sanatsal değer ve onun toplumsal işlevi, birbirinden ayrılamayacak iki unsurdur. Ancak, değişen toplum yapısına koşut olarak, sanat da her zaman ve her yer için statik bir uğraşı değil, evrimsel bir olgudur. Bu bağlamda sanatçı kültür düzeyinde yetkili bir kişi, bir kültür adamı, yani insan değerlerini genel düzeyde içine sindirmiş, insan düşüncesini evrimi içinde ve önemli aşama noktalarını görerek kavramış bir düşünür olmak zorundadır.
Sanatçı, yaşadığı çağın ve toplumun koşullarının ona bağışladığı olanakları yapıtına katabilmelidir. Öyleyse sanatçının özelliği kendi yaşantısının, aynı çağda ve sınıftaki diğer insanların yaşantılarından büsbütün değişik olmasına değil, daha güçlü daha bilinçli ve daha yoğun olmasına bağlıdır. Sanatçı, toplumsal ilişkileri, diğer bütün insanlar o ilişkileri görebilsin diye, kendine özgü üslubu içinde ortaya çıkarabilmelidir. Yalnız sanat başarabilir bunu. Sanat, insanı, parçalanmış bir durumdan birleşmiş bir bütüne dönüştürebilir. İnsanın gerçekleri anlamasını sağlar, onların bir başka biçime sokulmasında insana yardımcı olmakla kalmaz, gerçekleri daha insanca, insanlığa daha yararlı kılma kararlılığını da arttırır. Sanatın kendisi bir toplum gereğidir. Sanatçı denilen o üstün insan toplum için gereklidir. Çağının düşünce ve yaşantılarıyla dolu olan bir sanatçı, salt gerçekliği dile getirmekle yetinmez, ona yeni biçimler verme amacını da güder.
Genel geçer düşünce yapısı içinde, toplum sanatçıya görünüşte iki görev yüklemiştir: Birincisi, toplumsal bir bütünün ona yüklediği doğrudan görev; İkincisi, kendi toplumsal duyarlılığından doğan dolaylı görev. Bu iki görevin her zaman birbiriyle uyuşması gerekmez. Zaman içinde iki görev arasında çatışma oluyorsa, bu o toplum içinde gittikçe artan karşıtların bir belirtisidir. “Sanat, sanat içindir.” ya da “Sanat toplum içindir.” gibi çok yıpranmış, üzerinde çok durularak sırasını savmış, tek yönlü önyargıları bir yana bırakıp, olayları gözlemek daha doğru olacaktır. Toplum artık alışılmış eski toplum değildir; teknoloji başını almış, sonu nereye varacağı bugünden kestirilemeyen bir geleceğe doğru olanca hızıyla ilerliyor. Sanat ve düşünce akımlarının bu gidişe ayak uydurmaması mümkün değildir. Bu süreçte sanatçı, çağının başlıca özelliklerini, sosyal / kültürel değişkenleri, yeni gerçekleri ortaya koyabildiği ölçüde yaratıcı ve toplumu güdümleyicidir.
Kültürel sistemin tümü ya da bu sistem içindeki bazı kurumları çürümeye yüz tutmuş bir toplumda sanat, şayet demokratik bir tabanın sözcüsü ise, çürümeyi de yansıtmak zorundadır. Toplumsal görevinden kaçmadığı sürece, sanat dünyasının değişebileceğini göstermeli, değişmesine yardım etmelidir.
İçinde bulunduğumuz çağın en önemli özelliklerinden birisi, bilindiği gibi endüstri devriminin bir sonucu olarak değişim gösteren toplumsal süreçtir. Bu süreci hazırlayan nedenler, bilginin kapsamının genişlemesi ve teknolojinin akıl almaz bir hızla gelişmesidir. Bu değişim sürecinde, bireyin çevresi ile olan ilişkilerinde asal bölüm görsel olarak örgütlenmiştir. İletişim araçlarıyla kapsamları genişleyen bildirişim biçimlerinin hemen her çeşidinin izlendiği günlük yaşama görsel algılama egemendir. Karl Pawek’in içinde bulunduğumuz çağı optik çağ olarak nitelemesi bu yönden doğrudur.
Fotografi ister tek bir asıla yönelik olarak, isterse de basın yoluyla (gazete ve dergiler) milyonlarca kişiye gösterilmek üzere üretilmiş olsun, nesnel olarak varlığını sürdüren nesneler dünyasının öznel bir anlamlandırılmasıdır. İmajın ulaştığı kitle bu doğrultuda öznel anlamlandırandır. Anlamlıyanın imajın kendisi olarak ürettiği fotografik gösterge, anlamlarına ayıran kitleye devinimsiz benzeşme yoluyla ulaşır. İmajın anlamlara ayrılması ise, karşılaştırma yöntemi ile gerçekleşir. İmajın mesaj taşıma ve aktarma özelliğinden dolayı, fotografi iletişimsel bir araçtır.
Fotografinin nesne ve olayları algılanan nesnel gerçekliğe yakın boyutlarda açığa vurma yetisi, onu gerçekçi bir iletişim aracı olarak görmemizi gerektirebilir. Ancak hangi işleyiş biçimini ele alırsak alalım, fotografinin gerçekle olan ilişkisi, ideoloji ile olan ilişkisi boyunca anlaşılabilir. Gerçeği görüntüde aramak aslında yalnızca çağımıza özgü bir şey değildir. İlk çağlarda insan bir şeyi gerçek kılmayı, mağara duvarlarına çizdiği resimlerde aradı. Gerçeği görüntüde arama düşüncesi, yazının ortaya çıkışıyla bir ölçüde kırıldıysa da, yüzyılımızın başında önce fotografi daha sonra televizyon ve diğer görsel araçların ortaya çıkışıyla birlikte toplumsal yaşama yeniden egemen oldu.
Fotografi gerçeğe yaklaşımda tümevarım yöntemini temel alır. Buna göre olayları tanımamızın tek ve kaçınılmaz yolu tümevarımdır. Gözlem ile başlayan tekil olayların incelenmesi suretiyle genel bir yargıya ulaşmak, yeni bilgiler edinmenin tek yoludur.
Tümevarım yöntemi seçici ve ayıklayıcı niteliğinden dolayı önyargılıdır. Bu yöntemin uygulanması sırasında acele genellemelerden kaçınmak hemen hemen olanaksızdır. Genelleme ve önyargı ise, göstergeye yüklenen mesajda yanılgı payını yükseltir. Buna göre örneğin, kafasına kurşun sıkılan genç Vietkonglu, açlıktan ölmek üzere olan küçük çocuklar, gemiler üzerinde oradan oraya sürüklenerek kendilerine bir yurt arayan insanlar… veya benzer fotografik görüntüler basında yazılı söylev ile birlikte kullanıldıklarında, ya da tek bir asıla yönelik olarak sanatsal bir eylemde gösterildiklerinde, ya da eğitim amacıyla kullanıldıklarında, ya da tanıtım (reklam) alanına yönlendirildiklerinde ilettikleri mesaj ile farklı bakış delikleri getirirler. O halde fotografik gösterge yönlendirildiği amaç doğrultusunda farklı okunma kurallarına bağlanabilir.
Belge nitelikli olsun veya olmasın, çoğu kez fotografinin ideolojik değil estetik olarak seyredildiğini söylüyor Ronald Barthes. Ancak bugün için fotografinin estetik açıdan tek başına yeterliliğinden pek kolaylıkla söz edilemez. Bir düşünce veya düşünce dizisini sanatsal boyuta aktarmak söz konusu olunca, fotografinin bugünkü belgeci sınırlarının dışına taşmak gerekmektedir.
O halde sonuç olarak denilebilir ki, fotografi farklı toplumsal süreçlerin yaşandığı zaman dilimlerinde kaybolan değerlerin yok olmamasını sağlayan belge yönüyle, bir yandan geçmişi sorgularken bir yandan da gelecek kuşaklara geçmişin etnografik izleri doğrultusunda bilgi aktarabilir; bilmeyene, görmeyene, gördüklerini gösterebilir. Ayrıca görsel tanıtım ve görsel anlatım yöntemlerini kullanarak eğitim işlevini yerine getirebilir. Bunu yaparken değerlendirici, eleştirici ve yayıcı özelliğini kullanır.
Mart 1994
KAYNAKÇA
- BARTHES, Ronald, Die Helle Kammer, Suhrkamp, 1986
- BERGER, John, Sehen, Rowohlt, 1974
- BROCK, Bazon, Âsthetik als Vermittlung, Dumont, Buchverlag, 1977
- FISCHER, Enst, Sanatın Gerekliliği, Özgür Yayınları, 1974
- FREUND, Gisele, Photographie und Gesellschaft, 1974
- GEZGİN, Ahmet Öner, AFSAD 4. Fotoğraf Sempozyumu Bildirisi, 1992
- GÜVENÇ, Bozkurt, İnsan ve Kültür, Remzi Kitabevi, 1979
- ÖZKÖK, Ertuğrul, Sanat – İletişim ve İktidar, Tan Yayınları, 1982
- ŞENYAPILI, Önder, Toplum ve İletişim, Turan Kitabevi, 1981