* İFSAK, 2. Fotoğraf Günleri kapsamında 6 Aralık 1986 tarihinde gerçekleştirdiği konferans metni
Geçen yıla oranla kapsamı genişletilen II. Fotoğraf Günleri’ni bu ay daha dolu yaşayacağız. Geçen yıl tek oturumda gerçekleştirilmiş olan panelin konusu hatırlayacağımız gibi “Fotografi’nin Anlatım Biçimleri” idi. Bu yıl, fotografinin diğer plastik, yazım sanatı ve iletişim bilimi ile ilişkilerinin ele alınmasını, bu doğrultuda tartışma ortamı açılmış olmasını -fotografinin toplumsal düzen içindeki çok yönlülüğünü, diğer sanat ve bilim dallarından soyutlanamayacağı açısından- olumlu bir gelişme olarak görüyorum. Bu veya buna benzer etkinliklerin kitleler arası iletişimi, kültür alış-verişini güçlendireceği ve genişleteceği, yaratılan tartışma ortamı ile kitleyi kuramsal düzeyde bilgilendireceği, geçmişte kalan son bir yılın genel bir değerlendirmesini yapacak olması açısından önemlidir. Ancak şu da bir gerçek ki, ülkemizde fotografinin kuramsal ve uygulamalı alanlarında sürdürülen çabalar henüz kolektif olma niteliği taşımıyor. Dileğim, Fotoğraf Günleri’nin, İFSAK (İstanbul Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Kulübü) ile birlikte ülke düzeyine yayılmış olan diğer dernek ve kurumların katılımı ile Sinema Günleri gibi bir olaya dönüşmesidir. Bunu gerçekleştirebilmek için yeterli birikim de var bugün.
Kısa bir temenniden sonra söze, toplumsal süreçte birini diğerinden soyutlayamayacağımız grafik ve fotografinin görsel iletişim sistemi içinde gösterdikleri çok yönlülük; bireyin toplum, toplumun birey ile olan ilişkilerini düzenleme gibi önemli bir görevi üstlenmiş olmalarından dolayı, iletişim olgusunun kısa bir özeti ile başlayacağım. Çünkü bireyin, içinde yaşadığı toplumsal düzende kitle iletişim araçları (massmedien) ile aldığı çeşitli bildirişimleri işlevsel açıdan, ussal ölçütler içinde değerlendirebilmek için, iletişim olgusunu ve oluşumunu genel anlamda ele almak gerekir.
Her organik varlık ve sistem kendi dışındaki varlık ve sistemler ile sürekli eylem halindedir. Bu eylem, organik varlık ve sistemin yaşamını sürdürebilmesi, dış çevresi ile uyum içinde bulunabilmesi için zorunludur. Bir canlı organizma olarak insanın çevresini, evrimi boyunca biçimlendirdiğini sosyal antropoloji alanında yapılmış araştırmalardan anlıyoruz.
Tarihsel gelişim sürecini geriye doğru düşündüğümüzde; vahşi doğada tek başlarına, ya da sürüler halinde yaşayan ilk insanlar, bir yandan doğanın sert koşullarına karşı yaşamlarını sürdürme mücadelesi verirken, diğer yandan doğayı denetimleri altına almak, ona egemen olmak istediler. Bu çaba içinde insan yarınını düşünmeye başladı; bu gelişim süreci toplumsal katmanları oluşturdu. Sonunda yöneten ve yönetilen sınıflar oluştu.
Toplumsal gelişim içinde ilk insanların ilkel bir teknoloji ile üretime geçtiklerini görüyoruz: Besin sağlanması ve yırtıcı hayvanlara karşı korunabilmek için taş, sopa veya bir parça ot işlevsel bir alete dönüşür. İlkel olarak da olsa bir aletin yapılmış olması, bireysel mülkiyetin başlangıcı olarak bilinir.
Bu evreler içinde insan, diğer insanlar ile olan bildiri alış-verişini de geliştirir. Doğa ile olan ilişkisinde karşılaştığı gerçekleri imgelerle anlatmaya başlar; bu imgeleri yaşadığı mekanın duvarlarına, kullandığı aletlerin üzerine süs olarak işler.
İmgelerin dövmelere dönüşümü, bedenlerin boyanması, ilk primitif mağara resimleri ve iki odunu birbirine vurarak veya sadece ellerini çırparak meydana getirdikleri garip ritme bedenlerini uydurarak oluşturdukları müzik ve dans, ilkel toplumun ilk iletişim biçimleri olarak dikkat çeker.
Kültür, bir kuşaktan diğerine aktarılan bilgi ve kalıplaşmış davranış biçimleri birikimidir. Toplumsal değişim doğrultusunda kültür evrelerinin kuşaktan kuşağa dil kullanmaksızın aktarılması olanaksızdır. İlk insanın duyusal ve dokunsal organları ile kendi dışındaki bir başka insan veya insanlarla iletişimde bulunması, onu ses iletmeye yöneltti.
Dil, insanlar arası iletişimin başlangıcıdır; insan ile birlikte gelişmiş olduğu sanılmaktadır. Dil bir iletişim biçimidir. İletişimi oluşturan öğeleri tanımlamak için; duruma göre söz dizeleri, davranış biçimi veya görsel imge (ikon) olarak kullanılan dil, iletişim kuramının dayandığı bilimsel bir disiplindir. Şu kadarı söylene bilinir ki, bir araya gelen iki insan arasındaki en basit iletişim aracı dildir.
Toplumların gelişim süreçlerini genel olarak üç farklı aşamada incelemek mümkündür:
- İlkel Toplum yapısı,
- Kentleşme ile başlayan yüksek kültür,
- Bugünün teknoloji / endüstri esasına dayalı toplumsal sistem.
İlkel Toplumlar yapı olarak küçüktürler. Ortak yaşam, ortak yerleşim veya akrabalık esasına dayanır. Tüm yapısal değişimler gelecek kuşağa teknolojik kurumlardan çok, kendi iç işlevsel ilişkileri daha somut bir görünüm gösterdiğinden, sözlü olarak geçmiştir.
Yüksek Kültür kentleşme ile başlar. Kent yaşamında iç işlevsel ilişkiler güçlendire bilinir ve aynı zamanda birbirinden kolaylıkla ayrıla bilinir. Bu ayırım, işlev açısından değerlendirildiğinde, yatay etken olarak özellikle din, politik kamuoyu liderleri, üretimde iş bölümü ön plandadır. Ayrımın dikey etkeni ise, sosyal sınıflardır. Sosyal sınıfların dizilişi piramit görünümündedir. Yani, üst sınıfların tabanı, alt sınıfların tabanına göre daha dardır. Oskar Schatz, piramidin bu görünümünün ekonomik nedenlerden kaynaklandığını belirterek; “ancak böylelikle toplumun değişik kesimlerinin kendi iç işlevsel ilişkileri bir merkez tarafından örgütlenebilir..” diyor.
İlkel toplumların temelini oluşturan sözlü iletişimin yanında yazılı iletişimin gelişmesi, yüksek kültüre geçişi sağladı. Yazı dili veya yazılı iletişimin tek aracı olan kitap ortaçağda okunmaya başlandı. Gutenberg dönemi öncesi tüm kitaplar elle yazılıyordu. Matbaa ile birlikte çoğaltma (reprodüksiyon) teknikleri de gelişti. Bu teknolojik fayda iletişim sürecini hızlandırdığı gibi, insan-insan ilişkisi arasına bildirişimleri taşıyan aracı kanal (medya) giriyordu. Böylece, iletilmek istenen bilgi x-insana kadar ulaşabiliyordu. Bunun yanında, matbaa ve kitap devrinin koşulları her yönden insanı biçimlendirmiş ve bireysel konumunu arttırmıştır. Ortaçağ’da yüksek kültür azınlığın tekelinde idi; o günün kitaplarını okuyanlar, yine o günün aydınlarıydı.
…Ve 20. yüzyıl insanı giderek daha az okur oldu. Günümüz aydını, günlük yaşamda çeşitli biçimlerde algılanan görsel imgelerin, değişik araçlar ile çeşitli amaçlar doğrultusunda yaygınlaştırılması ve bu imgelerin dikkat çekme ve kolay algılanabilir olmalarından dolayı okumaya daha az zaman ayırabilmenin sıkıntısını çekmektedir. Bugünün bireyi karşısında sürekli bir iletişim bombardımanı, hızla değişen ve hatta toplumsal değişimin önüne geçen güçlü bir teknoloji ve onun çerçevelediği bir evren var. Sözlü ya da söze dayalı, sözsüz ya da yazıya dayalı, görsel ve dokunsal iletişim araçları ile dolu bir evren…
Bireyin çevresi ile olan ilişkilerinde asal bölüm görsel olarak örgütlenmiştir. İletişim araçları ile kapsamları genişletilen anlatım ve bildirişim biçimlerinin hemen her çeşidinin izlendiği günlük yaşama artık görsel algılama egemendir. Görsel iletişim tüm bireylerin ortak dilidir ve bilinen en eski iletişim biçimidir. İnsanlığın ilk dönemlerine kadar uzanan süreç içinde bireylerin tüm törel, politik ve dinsel eğilimlerinin kitlelere aktarılmasında görsel dil kullanılmıştır. Görsel dil böylece yüzyıllar boyu önemini korudu ve bugün, toplumsal yaşamın birincil bildirişim aracı durumuna geçti.
Görsel iletişim araçlarını işlevleri açısından üç ayrı grup içinde toplayabiliriz.
- Tasarımcı araçlar: Fotografi,
- Yaygınlaştırıcı araçlar: Yayım organları ve onların araçları: Resimli dergi, Pankart, Gazete, El ilanı, Broşür.. vb.
- Tasarımcı ve yaygınlaştırıcı araçlar: Görsel / İşitsel araçlar: Film, TV, Video.
Nitelik olarak birbirlerinden ayrılan, fakat nicelik olarak birbirlerinden soyutlanamayan bu üç araçtan; çağımıza imzasını atmış, hatta onun biçimlenmesini sağlamış, bugüne Optik Çağ dedirtmiş ve diğer görsel iletişim araçlarının gelişmesini belirlemiş buluş fotografidir.
Grafik, sözcük anlamından da anlaşıldığı ve söyleşimin başlarında iletişim olgusu çerçevesi içinde aktardığım gibi, insanlık kadar eskidir. Ancak, etkin bir görsel dili oluşturabilmesi için fotografinin bulunuşunu ve onun ile bütünleşmeyi beklemek zorundaydı. Grafik alanında ilk örnekler, bir çoğaltma tekniği olan litografinin 16. ve 17. yüzyıllar arasında kullanılmaya başlanılması ile birlikte afiş dalında verildi. 19. yüzyılın ikinci yarısında afiş dalında yapılan çalışmalara genellikle sanatsal anlatım dili egemendi; tanıtım amacı taşımıyorlardı.
19. yüzyılda fotografinin bulunması ile birlikte iletişim sürecinde yepyeni bir döneme girildi: 1826 yılında sekiz saatlik poz süresi sonunda elde edilen ilk fotografik görüntü, Jean Louis Daguerre (1787-1851)’ in geliştirdiği daguerrotypie yani zaman ile solmayan doğrudan pozitif, Kodak firmasının ilk Roll-Film (Box) Kamerayı piyasaya sürmesi (1888), renkli fotograf endüstrisinin oluşumu (1902), çok katmanlı renkli saydam film ile ilk denemeler (1935-36), Agfa tarafından geliştirilen renkli negatif / pozitif yöntemi (1937), Polaroid tekniği (1947) ve nihayet dünya fotograf endüstrisini bir araya getiren birinci dünya fuarı Photokina (1950), fotografinin süreç içindeki tırmanışının önemli basamaklarıdır.
Günümüzde fotografinin olanaklarından faydalanmayan pek az insancıl uğraş vardır. Bilim ve endüstride yeri doldurulamayacağı gibi; Film, TV ve Video gibi görsel / işitsel medyaların gelişimine de temel oluşturdu. Her gün, yüzlerce dergi ve gazetede, caddeler boyu uzanan reklam panolarında karşımıza çıkan fotografi, günlük -olağan- toplumsal yaşantımızın bir parçası haline geldi. Rönesans döneminde bilge bir insanı tanımlarken “burnu iyi koku alır” denirdi; oysa günümüzde her şeyden haberi olan kişiyi tanımlarken “gözlerini dört açıyor” deyimi kullanılmaktadır. Görsel bir imgenin soyut sözcükten çok daha kolay algılandığı bir olgu artık. Görsel imge, doğrudan duyulara seslendiği için düşünmeye zaman tanımaz. Fotografi, görsel bir imgenin milyonlarca çoğaltılabilmesini sağladı. Artık insanlara dünya anlatılmıyor, gösteriliyor. Fotografi duyulara seslenir demiştim: Onun bu özelliği etkin bir biçimde -çoğu kez tanıtım / reklam alanında- kitleyi yönlendirme amacı doğrultusunda kullanılmaktadır.
Fotografinin doğalcılık yönünün ilk kez grafik tasarımcıları tarafından propaganda aracı olarak kullanılmaya başlanması 1920 yıllarına rastlar. Bugün de özgün olma özelliklerini koruyan ilk foto-afişlerde kullanılan deneysel yöntemler, toplumsal ve sanatsal sınırlılıkların karşısında bir düşünce olarak I. Dünya Savaşı sonlarında belirmiş ve en eski deneysel yöntem olarak bilinen foto-montaj Dadaizm ile birlikte ilk örneklerini vermiştir. El Lessitzki ve John Heartfield ile başlayan foto-montaj çalışmaları, Bauhaus ekolünden Moholy-Nagy ve Herbert Bayer’in tasarımda tipografiyi kullanmaları ile birlikte yeni bir boyut kazandı. Görsel iletişimin yaygınlaştırıcı araçları içinde, sınırsız anlatım olanakları sağlayan etkin bir dil olarak kullanılan foto-montaja, bir olayın veya nesnenin basit bir irdelenmesine yönelik tümevarım yöntemi olarak değil, aksine özgün düşüncenin düşsel bir çözümü gözü ile bakmak gerekir.
Daha düne kadar grafik tasarım içindeki imgelerin gerçeklik boyutlarından söz ediliyordu; bugün, bu imgelerin yerini fotografik göstergeler aldı. Basım alanında ofset ve reprodüksiyon yöntemlerinin inanılmaz boyutlara ulaştığı, üretici / tüketici kitle arasındaki arz / talep ilişkisinin yoğunluk kazandığı, rekabetin kontrol edilemez düzeye ulaştığı bir toplumsal süreç geçiriyoruz. Kentlerimizde her gün yüzlerce afiş ve benzeri reklam resimlerini yoğun olarak izliyoruz. Tarihte, hiçbir toplumsal formasyonda bu denli yoğun reklam iletisi ile iç içe yaşanmamış, görsel bildirişimlerin yoğunluğu bu düzeye ulaşmamıştır. Görsel bildirişimlerin % 80’den fazlasının fotografi ile çözümlenmiş olması ise, fotografinin grafik alanında yaygın kullanımını sergiliyor.
İçinde bulunduğumuz tüketim toplumunda grafik tasarımcı, bir ürünü kitlelere aktarmak istediğinde, algılanması ve tanımlanması yazılı iletişimden çok daha kolay ve çabuk olan görsel imgeler kullanmak zorundadır. Görsel imgenin çekiciliği, gerçek ile olan ilişkisi, manipüle edilebilir durumu, toplumsal katmanlar, bu gereksinimi oluşturan nedenlerdir.
Tüketim toplumlarında üretici / tüketici ilişkisini düzenleyen meslek alanı -rasyonel bir genelleme olmasa da- reklamcılıktır. Bu meslek alanında grafik ve fotograf tasarımcısı birlikte çalışırlar. Grafik tasarımcı reklam ajanslarında yaratıcı tim görevini üstlenmişlerdir. Pazarı araştırılmış, kitlesi belirlenmiş bir tüketim ürününün hangi tasarım aracı ve nasıl bir estetik içinde çözüme ulaştırılacağı sorusuna bu timler cevap arar. Grafik yapı, fotografik çözüm gerektiriyor ise, çalışmanın bu aşamasında fotograf tasarımcısı devreye girer. Şu veya bu biçimde belli bir işveren grubuna hizmet götüren fotograf tasarımcısı, görselleştirilmesi istenen ürünü kendi gerçeklik boyutlarında vermek zorundadır. Bu aşamada fotografinin belge ve gerçeğe uygunluk ilkesi işlerlik kazanır. Bu alanda çalışan fotograf tasarımcıları tam anlamı ile profesyonel olmak zorundadırlar. Fotografinin bu alanında özgün yaratıdan ve sanatsal yaklaşımdan söz etmek mümkün değildir; çünkü, ilişki zincirinin en önemli halkasını müşteri ve onun bağlayıcı istekleri oluşturur.
Ülkemizin sosyo-ekonomik durumu nedeni de fotograf tasarımcıları, her türden işi, önceden belirlenmiş sınırlılıklar içinde yapmak durumundadır. Böylesi bir durumun onları, kendi öz kişiliklerinden uzaklaştıracağı ve yabancılaşmaya iteceği de bir gerçektir.
Kasım 1986