MENÜ

Akademist Dergisi / Söyleşi

* Bu söyleşi, AKADEMİST Dergisi’nin Sanat Eğitimi Özel Sayısında, 2007 Ağustos, Sayı 9, sf. 74 – 81’de yayımlandı.  


Sanat dallarına en geç katılanlardan fotoğraf, sanatta nasıl bir yer oluşturdu?

Toplumların sürekli kendilerini yeniledikleri her tarihsel dönemde siyasal kişilik, düşünce biçimi, iletişim ve sanat; toplumsal yapının gelişmesine benzer biçimde değişim gösterir. Toplumsal çerçevede, özellikle bitmez tükenmez bir gelişme gösteren teknoloji alanındaki her yenilik, kültürel içeriği etkiler: M.Ö.3500’de yazı bulunduğunda, M.S.100-200’lerde kâğıt bulunduğunda, 1454’te matbaa bulunduğunda, 18. yüzyılda sanayi devrimi insanlığın yaşam biçimini değiştirdiğinde, 19. yüzyılın başlarında fotografi bulunduğunda, Karl Pawek’in tanımıyla Optik Çağ’a adım attığımızda hep aynı yorumla karşılaştık: Bundan daha ötesi var mı? 19. yüzyılda makine çağını en çok etkileyen ve görsel iletişim araçlarının gelişimini belirleyen, amaçlarını saptayan buluş fotografidir.

19. yüzyılda yepyeni bir anlatım aracı olarak ve hatta önceleri sanat olmak gibi bir büyük iddiadan bütünüyle uzak, bir görüntü kayıt aracı olarak dünyaya sunulan fotografiyi ilk kullananların tek amacı, sanata dönük anlatımdan önce, işledikleri konuların nesnel ve doğru kaydıydı. Zaten hazır bir imge olarak ortaya çıkmış olan fotografi, diğer plastik sanatların aksine, tarih boyunca toplumsal değer yargıları doğrultusunda inceden inceye işlenmiş biçim ve anlam gelişiminin alt yapısına sahip olmadığından, sanat olma iddiasında da bulunamazdı. Ancak şu da bir gerçek ki, 20. yüzyılın hemen başında ortaya çıkan yeni sanat hareketleri içinde fotografi, bir taraftan kendi görsel dilini oluşturma çabası içine girmiş, bir taraftan da resim ve heykel sanatının -genellikle resim sanatının- biçimsel dilinin önemli değişiklikler geçirmesine neden olan bir sürecin de başlamasına temel oluşturmuştur. Son dönemlerde yapılan çalışmalar, fotografinin özellikle ressamları nasıl etkilediği ve fotografiden nasıl yararlandıkları yönünde büyük ölçüde gizli kalmış tarihi ortaya çıkartmıştır. Örneğin, Edgar Degas foto-grafik görüntülere, yaşamın akışını betimlemenin bir vasıtası olarak bakan ressamlar grubunun içinde yer alır. İtalyan Fütüristleri, Jules-Etienne Marey’in foto-grafik görüntülerinin görsel söyleminden yola çıkarak tuvale aktardıkları çalışmalarında hareketi betimlemişlerdi. Yirminci yüzyılın ilk yıllarında Constantin Brancusi fotografiyi heykel çalışmalarına ek bir uğraş olarak görmüş ve sıklıkla o teknolojik aygıtı kullanmıştır.

Fotografi ile daha geleneksel olan aktarım araçları arasındaki bu tür bir etkileşim, çoğunlukla gizli bir etkileşimdir. Bunun birkaç nedeninden biri; modernizm ilkelerinin geleneksel aktarım araçlarının saflığına çok büyük değer vermesiydi. Ayrıca fotografi teknolojik bir sürecin ürünü olduğu için de değersiz bulunuyordu.

“Teknolojik bir aygıt hiçbir şekilde içsel duyguları dışa vuran görüntü üretemez; o ancak nesnel gerçeklikte somut olarak var olanı film ya da plaka üzerine aktarır.”
“Her sanat yapıtı yeni bir dışavurumdur; fotografçı yeni bir şey ortaya koymaz, onun yaptığı algılanan gerçekliği görünür kılmaktır.”
“Sanatçı gerçeği yeniden yorumlar; fotografçı ise gördüğünü aktarır.”

Estetik bilimci Karl Pawek’e ait olan ve bugün dahi gerçekliğini koruyan bu düşüncelerden zorunlu olarak çıkartılacak sonuç şu olacaktır: Fotografi hiçbir zaman sanat olamaz! Bugün hala sanatçılardan ve fotografçılardan, sanattan ve fotografiden, sanat tarihinden ve fotografi tarihinden söz etmemizin nedeni budur.

Yirminci yüzyılın başında fotografi için sorun, o aktarım aracının sanat olup olamayacağı idiyse, yüzyılın sonunda karşı karşıya olduğu mesele yeniden bütünüyle kendisi olup olamayacağıdır.

Çağdaş sanat içindeki yeri?

Daha önce de belirttiğim gibi, her teknolojik gelişme sanata ve sanatçıya yeni bir model oluşturur. 1960’ların ortalarında amatör fotografinin şipşak estetiği kavramsal fotografinin ilgisini çekmiştir. Bu dönemde amatör çekimler, fotografinin en yaygın alanı haline gelerek, fotografi birden sanki yeniden keşfedilmiş bir antika haline dönüşmüştür. İşte tam bu noktada fotografi, geçmişin şipşak estetiği ve amatör fotografçılık ile yeni bir ilişkiye girmiş görünmektedir; ama bu kez, daha önceki aktarım olanaklarını yok edişinin karşıtı bir işlev görür ve bu yaklaşım fotografiyi kavramsal sanatın merkezine oturtarak, amatör üslubun sıfır noktasından yararlanır.

1960’ların ortalarında kavramsal sanat ile gerçekleşen, 1980’ler sonrasında sanatsal üretimler ile gündeme gelen postmodernist sanatın şu ya da bu biçimde ilgili olduğu her eleştirel ve kuramsal mesele fotografinin içinde bir yere yerleştirilebilir. Fotografi adına çağdaş sanat ortamını hazırlayan 1980’ler sonrası dönemde, fotografiyi araç olarak kullanan sanatçılar, algılanan nesnel gerçeklikten kareler yakalayan fotografçılardan oldukça farklı bir zeminde durdular. Bu durum, Victor Burgin’in getirdiği ayrımla, anlam bulmak ile anlam kurmak arasındaki fark, yine kendi deyimiyle fotografçı fırsatçılığını kullanan sanatçılarla, fotografiyi araç olarak gören ve bu doğrultuda çalışma üreten sanatçıları birbirinden ayıran en önemli fark olarak açıklanabilir. Fotografi temelli çalışma üreten sanatçıların kullandıkları fotografik göstergelerin eleştirel olarak algılanışı çağdaş sanata o denli egemendir ki, fotografik görüntüler genellikle pür fotografi olarak görülmezler. Çağdaş sanat pratiğinde fotografi artık diğer sanat dalları gibi sadece bir araçtır; modern fotografinin vazgeçilmez gördüğü biçimsel değerler ve teknik nitelik önemini yitirir. Fotografik görüntüler artık biçimsel yapıları ve estetik değerleri ile beğeni toplamak adına değil, eleştirel ve kuramsal düşünceleri ileten saydam bir araç olma yönünde üretilirler.

“Fotoğraf beyinle çekilir, makine ile değil” diyor Ara güler… Sizce?

Fotograf çekmek otomatik gelişen ve biz insanlarda alışkanlık oluşturan bir eylemdir. Fotograf makinesi -bazı istisnalar dışında- bu eylemin ayrılmaz bir parçasıdır; onsuz bu eylemin gerçekleşmesi olanaksızdır. O makine ki, sahibinin sürekli olarak fotograf çekmesini ve gerekli gereksiz fotografik görüntüler üretmesini ister; daha doğrusu bunu ondan bekler. Makineye olan bağımlılık öyle had safhalara ulaşabilir ki, kullanıcı fotograf makinesinden mahrum bırakıldığında, kendisini bakar-kör hisseder. Bu durum uyuşturucu bağımlılığı gibi bir şeydir. Algılanan nesnel gerçeklikten kareler yakalayan veya fotografçı fırsatçılığını kullanan fotografçılar, bir fotograf makinesi vizöründen bakmadıkça veya insanın sahip olduğu geniş görmeyi, kadraj denilen o sihirli çerçeveyle daraltmadıkça içinde yaşadığı dünyayı göremez, algılayamaz. Teknolojik aygıtı aşması gerekirken, onun tarafından yutulur; makinenin otomatik deklanşörünün bir uzantısı haline gelir.

Çılgınlık derecesindeki bu alışkanlık, fotografiyi makineli tüfek olarak gören yaklaşımla birlikte, bilinçdışı fotografik görüntülerin sürekli akışını doğurur. Ortaya çıkan sonuçlar, kişiye ilişkin deneyimleri, bilgiyi ve değerleri değil, makinenin otomatik işlevleri tarafından gerçekleştirilmiş yetenekleri gösterir. Biyolojik yapının merkezi konumundaki beynimize bu aşamada fazla iş düşmez; çünkü üretilenler yeni bilgiler değil yalnız makine hafızalarıdır.

Fotograf çekmek görme ile koşuttur. Dış dünya ile temasımızı ve iletişimimizi görme ve algı süreçleri ile sağlarız. Görme olayında beynimiz yeteneksiz, bir başka deyişle işlev dışıysa yani kişi kör ise, fotograf çekme eylemi gerçekleşebilir mi? Bu sorunun cevabını, 1946 Slovenya doğumlu, University of Lujubljana’da Tarih, Sorbonne’de Felsefe eğitimi almış Evgen Bavcar’ın görme gücü, körlük ve görünmez arasındaki ilişkinin tartışıldığı eserleri verecektir. 12 yaşına gelmeden iki gözünü birden kaybeden Bavcar, 4 yıl sonra ilk kez fotograf makinesi sahibi olmuş ve onu, âşık olduğu kız arkadaşının fotografını çekmek için kullanmış. Anılarında, “bana ait olmayan bir şeyi ‘çalıp’, film üstünde ölümsüz hale getirmek fikri, büyük bir haz verdi. Sonra da anladım ki, görmediğim bir şeye de ‘sahip’ olabilirim.” diyen Bavcar, basitçe yalnız ellerini kullanmaktadır. O halde, görmeyi ve algılamayı tetikleyen beyin, her zaman her şey değildir.

Fotoğraf gözü nasıl oluşuyor?

“Görmek, konuşmaktan önce gelir. Çocuklar konuşma yeteneğine sahip olmadan görmeyi ve algılamayı öğrenirler.” John Berger’ın geniş anlam içeren bu tanımlamasından, bizi dış dünyaya açan ve düşünceye en çok yardımcı olan araçlardan hatta vazgeçilmezlerden birinin görme ve algı olduğunu anlıyoruz. Görme, algıdan önce gelir: Biçimi ne olursa olsun dış dünyadan yansıyan bir bilginin anlamlılık kazanması, öncelikle onun görme süzgecinden geçirilip, algılanmasıyla mümkündür. Algı, yalın haliyle dış dünyadan uyarıcılar yardımıyla alınmış analiz edilmemiş veriler spektrumudur. Uyarıcılardan ulaşan tüm bilgiler anlamlı değildir. Eğitim ile evrenselleşme sürecinden geçmiş anlamlı bilgiler bütünü, sezgileri güçlendirdiği gibi görme ve algılama perspektifini de derinleştirir; görünmeyeni görmeye, hissedilmeyeni hissetmeye başlarız.

Fotograf makinesi ile kaydedilen, desteklenen görme eylemi basit bir etkinlik değildir. Gözün izlediği şey, salt izlenen şeyle sınırlı kalmamalıdır; onun arkasında saklı kalan gizemli şeyin de dışa vurumu zihnimizi sürekli meşgul etmelidir. Buradan hareketle, fotografinin salt bir aktarımdan, görünen gerçekliği kaydetmekten ibaret olmadığı sonucuna ulaşmak mümkündür. Göz, görme eyleminin genel geçer seyriyle yetinmediği sürece gerçekliğin gizemli kaynağına ulaşma becerisini kazanmış olmakla kalmaz, bu kaynağı irdeleyebilme şansına da sahip olur. Fotografik görme işte bu noktada başlar: Herkesin gördüğü, ancak çok sıradan diye önemsemediği şeylerdeki gizemi ve eleştirel bakışı keşfetme yeteneğidir bu. Bu yetenek sürekli olarak yeni şoklarla beslenmeli, böylelikle sıradan görmenin sınırlarını aştığı etkisini yaratmalıdır. Fotografik görme, eğitimde üç temel kavram üzerine yapılandırılmıştır: Bilgi, yaratıcılık ve teknoloji. Bilgi, bir yandan gözlem bir yandan günlük yaşamdan çıkartılan sonuçların bileşkesini oluşturur. Yaratıcılık, yeteneğin göstergesidir; işlenerek belli bir estetik olguya dönüştürülmesi yaratıcılığı getirir. Yaratıcılık bilgi ile desteklenmediği sürece hiçbir işe yaramaz. Teknoloji, bilgi ile desteklenmiş yaratıcılığın dışa vurumu için araç konumunda kalmalıdır.

Dijital teknolojiye geçiş ile neler değişti?

Fotografinin gelişim sürecinde fotografik görüntü üretimi ve tüketimi, teknolojik gelişmelere eşgüdümlü olarak farklılıklar gösterir. 1960’ların ortalarında, dönemin gelişmiş teknolojisine sahip fotograf makineleri olarak Pentax ve Nikon’larla dünyanın dört bir köşesinde gösteriş yapan orta düzey turistler, amatörlüğün teknik bir kategori olmaktan çıktığı anlamını vurgular. O aynı turistler 1980’lerin başında yanlarında kamera taşımaya başladılar; bu gelişme önce video, daha sonra da dijital görüntünün, kitlesel bir uygulama olarak bütünüyle fotografinin yerini alacağına işaret etmiştir.

Bugün gelinen noktada fotografinin öldüğü söyleniyor. İçinde bulunduğumuz yüzyılda yeni bir çağın, fotografi sonrası çağın başladığına tanıklık ettiğimiz düşüncesi yaygınlık kazanmaya başladı. Kevin Robins, “İmaj-Görmenin Kültür ve Politikası” isimli kitabında vurguladığı fotografi öncesi ve sonrası için diyor ki:

“Eski teknolojiler (kimyasal ve optik) bu perspektife göre kısıtlayıcı ve yetersiz kalmakta, yeni elektronik teknolojiler de imaj yaratımında adeta sınırsız özgürlük ve esneklik çağının başlangıcını müjdelemektedir. Fotoğrafın kendi otomatikliği ve gerçekliği ile yani temeldeki edilgen yapısı ile kısıtlanmış olduğu, fotoğrafçıların hayal gücünün de sınırlı olduğu, çünkü gerçekliği olduğu gibi kaydetmekten başka bir beklentilerinin olmadığı düşünülmektedir. Gelecekte imajları üretme ve işleme olanaklarının arttırılmasıyla, fotoğraf sonrası fotoğrafçı da ‘denetim’ alanını genişletecek, bilgisayarlarda (sanal) imajları üretme kapasitesi ve dolayısıyla imajların ‘gerçek dünyadaki’ göstergelerinden bağımsız olması, fotoğraf sonrası hayal gücüne daha geniş ‘özgürlükler’ sunacaktır.”

Fotografi, icadından bugüne belirlenmiş sınırlarına sıkı sıkıya bağlı teknolojik bir yoldur. Fotografinin geçmişe dönük geleneksel yapısı günümüzde farklılaşma gösterse de bu farklılık sadece bir yöntem sorunu olarak algılanmalıdır. Görüntü üretimi ve tüketimi aşamalarında yeni teknolojilerin sunduğu imaj oluşturma ve fotografik görüntü işleme programlarını kullanmak durumunda olan insan, tıpkı geleneksel yapının karanlık odalarında üstlendiği yaratıcı kişiliğini, aydınlık odada sürdürecektir.

Fotoğraf eğitiminde öğrenciler ne tür beklentiler içindeler veya sizden ne kazanmayı beklemeliler?

Eğitimci kimliğimin üzerinden yaklaşık otuz yıla yakın bir zaman geçti. Bu süreçte özellikle, fotografi ile şu ya da bu biçimde uğraşanların kamplara ayrıldığı, fotografi ile sanatın hem buluştuğu, hem de birbirini acımasızca eleştirdiği 1980 sonrası yıllarda dönemi tetikleyen, dönemin kurama ve uygulamaya dönük alt yapısının hazırlanmasına katkı sağlayan ve ivme kazandıran birisi olarak, öğrencilerimin; fotografi adına yasak olan her şeyin yapıldığı özgür bir ortam oluşturmayı, kişisel eğilimleri doğrultusunda çağdaşlığı, yeniliği, özgünlüğü göz ardı etmeyen, üretime dönük yaratıcı, akademik sağlam temeller üzerinde biçimlenen ama kuralcı, katı, tutucu olmayan; kendini tanıyan, duyarlı, hoşgörülü ve coşkulu bir eğitim almalarını amaçladım. Biz eğitimciler öğrenciye yaratıcılık, buluş ve yapıcılık gibi gizil güçlerin dışavurumunu sağlatacak yeteneğin kazanılmasında araç konumundayız. Öğrenciler bu araca ne kadar büyük bir tutku ile yaklaşırlarsa, o kadar çok farklı koşullara uyum sağlayabilme, kendi başına düşünebilme, yeterli sanat ve meslek bilgisiyle donanmış olurlar.

Eğitimci olarak, son yıllarda her gün biraz daha bilincime yerleşen ve beni rahatsız eden bir şey var: Çağımızın özellikle genç kuşakları etkileyen, yönlendiren illetlerden biri; teknolojinin baş döndürücü bir hızla gelişme göstermesi sayesinde, tutku eksikliği ve insanın kendine aşırı güven duymasıdır. Bunun nedeni, görsellikle yıkanan dünyamızda gençlerin kendilerini kayıp hissetmesidir. Bunu bildiğim ve doğru gözlemlediğim için öğrencilerime şunu söylüyorum: Sizlere fotografi konusunda hiçbir şey öğretmek gibi büyük bir iddiada değilim; aklınızı biraz olsun çelip de sizleri ona özendirebilirsem, fotografik görmeyi bulaştırabilirsem yeter de artar bana.

Haziran 2007

Tüm yazılar